SÖZDE KÜRT COĞRAFYASI/KÜRDİSTAN OLUŞTURMA ÇABALARI[1]

11 Haziran 2014 11:54 Dr.Veli Fatih GÜVEN
Okunma
6564
SÖZDE KÜRT COĞRAFYASI/KÜRDİSTAN OLUŞTURMA ÇABALARI[1]

 

 

  Batılı merkezi güçler ve iş birlikçi unsurlar, yaklaşık iki yüz yıldır yapılan siyasi, askerî, ekonomik, kültürel ve psikolojik baskı ve dayatmalar sonucu inşa ettiklerini düşündükleri suni kimliğe son olarak siyasi bir coğrafi mekân oluşturmak suretiyle bin yıllık hedeflerini gerçekleştirmek istemektedirler. Son yıllarda Kürdistanı fiilî hâle getirme ve yaygınlaştırma çabalarının altında yatan gerçek budur. Bir kısım malum yazılı ve görsel medya, siyaset kurumları, bürokrasi ve STÖ’ler tarafından ülke ve millet bütünlüğümüz ile devletimizin bekasına ilişkin yapılan açıklamalar, bu temelde ülkemizin dolaylı stratejilerin uygulama alanı hâline geldiğini açıkça göstermektedir. Bu stratejinin bir parçası olarak dile getirilen siyasal içerikli Kürdistan kavramı etkili işlev görmekte ve siyasi etnik yapı eşliğinde üretilmeye çalışılan mekân algısını pekiştirmektedir. Dolayısıyla Türkiye’yi kontrol etmenin ve bölmenin  “politik kaldıracı” Kürdistan kartı stratejik işlev görmektedir. Politik-stratejik işlevin birinci yüzünü; Batı’nın bu coğrafyayı kontrol altına alarak kendi çıkarlarını koruma amacı oluşturmaktadır. İkinci yüzünü ise bu coğrafyada güçlü devlet potansiyelini ortadan kaldırmak teşkil etmektedir. Hazmetme, kontrol etme ve bölme politikası ancak zayıf ve güçsüz ülke üzerinde geçerlilik kazanmaktadır. Bu örneği Irak uygulamasında görmek mümkündür. Nitekim ABD işgaline maruz kalan Irak’ta fiilî bölünme gerçekleşmiştir. Bölünme süreci zayıf halka olarak değerlendirilen Suriye’de devam etmektedir. Benzer hesapların ülkemiz için de yapıldığının emareleri açık biçimde görülmektedir. Dönem itibarıyla tehditvari yapılan söylemler, bu isteği gizli bir niyet olmaktan çıkarmış ve açık bir eyleme ve saldırıya dönüşmüştür.  Son dönemde her seviyede dile getirilen siyasal nitelikli Kürdistan kavramının altında yatan niyet de bu amacı ifade etmektedir. Zira coğrafya toplumsal kimlik inşa etmenin ilk temel unsurlarından birini oluşturmaktadır.

  Kürtçülük politikalarına mekân inşa etmenin siyasi dildeki önemine binaen söz konusu kavramlar özellikle son birkaç yıldır kamuoyunu etkileyecek ve direncini kıracak nitelik ve yoğunlukta devam etmektedir. Bölücü talepleri gündemde tutmak için Kürtçülük hareketini üreten devletler ve mahfiller söylemlerde bulunmakta ve Kürdistan adıyla sınırları belirlenen bir coğrafyanın kopuşunu gösteren haritalar yayınlamaktadırlar. Eş güdümlü bir şekilde sürdürülen bu tür faaliyetler, bölücü beklenti ve talepleri tahrik edilmektedir. Öyle ki siyasi seçimlerin sonuçları bile bir coğrafyaya sınır belirlemesi olarak tanımlanmaktadır. Nitekim bu anlayış birkaç yıl önce DTP milletvekili tarafından; “Kürt halkı 29 Mart seçiminde Kürdistan’ın sınırlarını çizmiştir.” sözüyle ifade edilmiştir. 30 Mart 2014 yerel seçimleri sonrasında BDP sözcüleri tarafından da benzer ifadeler kullanılmıştır. Neredeyse yapılan her siyasal seçim bu hedefin gerçekleşmesini sağlayacak bir aşama olarak görülmektedir. Ayrıca bölgeyi ilgilendiren her olay istismar edilerek benzer söylemler değişik vesilelerle dozu artırılarak devam etmektedir. Son dönemde Suriye’nin kuzeyinde PKK paralelinde silahlı faaliyette bulunan PYD’nin sınırlarımıza yakın bölgelerde oluşturmaya çalıştığı yönetim alanına ilişkin yapılan kasıtlı değerlendirme ve beklentilerle ivme kazanmıştır.  Son olarak Kasım 2013’te hükûmetin Kuzey Irak Bölgesel Yönetim Başkanını Türkiye/Diyarbakır’a davetinde hükûmetin üst düzey yetkililerinin Kürdistan kavramını dile getirilmesi beklentileri tahrik edici bir etki yapmıştır.  

  Fakat bilinmelidir ki, politik “coğrafya inşa etme hareketi” derin bir ayrışmanın, çatışmanın ön hazırlığıdır. Oysa bu coğrafya asırlardır aynı milletin, aynı inancın, aynı kaderin, aynı şuurun anlamlandırdığı bir mekândır.  Bu topraklar bölünmez bir vatan bölünmez bir coğrafyadır. Bu coğrafya da yeni bir bölünme bir medeniyetin yok oluşu ve düşüşü anlamına gelmektedir.

  Bölünmez bir bütünlüğü ifade eden bu vatan coğrafyası, tarihin hiçbir döneminde belirli bir siyasi sınırı olmamış, içerisinde homojen bir etnik grup yaşamamış, standart ve sabit bir sınırı çizilmemiş, dönemin dinamiklerine ve isteyenin keyfine göre tanımlanan bir Kürdistan kavramı üzerinden bölünmeye çalışılmaktadır. Hiçbir tarihî gerçekliği olmayan siyasi bir mekân algısı üzerinden yürütülen ayrışma süreci sadece ayrı vatan algısı oluşturmakla kalmayacak, en az bin yıllık kardeşliği geri dönülmez, derin bir düşmanlığa dönüştürecek bir felaketin yolunu açacaktır.

  Türk milletine özgü millî devletten ve millî kimlikten vazgeçmemizi telkin eden unsurların giderek azgınlaşan amaç ve faaliyetleri “ayrımcılık üzerinden” belli bir coğrafyanın Türkiye’den kopmasını sağlamaya yönelik bir çalışmadır.

  Batılı merkezî güçler ve işbirlikçi unsurlar tarafından bir süredir etnojeografik bir anlamda kullanılmasına rağmen tarihinin hiçbir döneminde Kürdistan adıyla bir devlet olmamıştır. XIV. yüzyıldan itibaren literatürde kullanılmaya başlanan Kürdistan’ın hiçbir zaman siyasi sınırı tespit edilmemiştir. Her şeyden önce belirtmemiz gerekir ki Kürdistan kavramı, coğrafi bir kavramdır. Kürdistan kavramını bir coğrafi kavram olarak ilk defa 12. yüzyılda Selçuklu Sultanı Sancar kullanmıştır. Selçuklu Sultanı; “Hemedan, Dinever ve Kirmanşah vilayeti ile batısında bulunan Sincar ve Şehrizor vilayetini içeren bir alanı” Kürdistan olarak tanımlamıştır.

  Bu sınırlar daha sonra Şerefname'de genişletilmiş ve “Basra Körfezi’nden Malatya ve Maraş’a kadar uzanan çizginin kuzey tarafını Fars, Acem Irak’ı, Azerbaycan ve Ermenistan, Güney sınırı ise Irak-ı Arab, Musul ve Diyarbekir’i dışarıda bırakan alan” olarak ifade edilmiştir.

  Bu sınırlar İran Genelkurmay Başkanlığı ve İran'ın Türkiye Büyükelçisi olarak görev yapmış olan Hassan Arfa daha farklı olarak tanımlanmakta ve “Zağros Dağları’nın doğu yamaçları, Rezaiye Gölü, Sanandaj-Hemedan-Kirmanşah, Güneyde, Kirmanşah'ı ve Kerkük'ü içine alan, Musul'u dışarıda bırakan Mardin'i, Urfa'yı içine alan bir sınır, bu sınır Malatya'ya ve Kemaliye'ye kadar Fırat nehrini izler. Oradan Erzincan ve Erzurum'un güneyinde Mercan ve Bingöl dağ dizileriyle Ağrı Dağı’na kadar uzanan alanı” işaret etmektedir.

  Kürdistan iddialarında temel alınan yukarıdaki ifadelere bakıldığında işaret edilen sınırların anlaşılması güç, belirsiz, dönemlere ve kişilere göre değişiklik arz eden biraz da keyfîlik ifade eden tanımların yapıldığı ve ortak bir görüş birliğinin olmadığı açık biçimde görülmektedir. Nitekim Kürtçü iddiaların oluşmasına zemin teşkil eden ilk argümanları üreten araştırmacı B. Nikitin ve Minorski de çizilen Kürdistan konusunda karmaşanın olduğunu ifade etmişlerdir. Dolayısıyla yapılan ilk yanlış günümüze kadar az ya da çok tekrar ederek devam etmiştir.

  Burada asıl önemli olan coğrafi sınırlardan daha çok Batılı merkezî güçlerin Anadolu ve Orta Doğu coğrafyası üzerindeki sömürüsüdür. Buna engel olabilecek tek güç de en az bin yıldır millî birlik ve bütünlüğünü sağlamış Türk milletidir. Bu bağlamda önemli olan ayrı bir siyasi kimlik ve siyasi mekân algısının oluşturacağı tehlikenin farkına varabilmektir. Çünkü küresel güçler, başlangıçta bir coğrafi isim olan Kürdistan kavramını çatışmanın bir aracı olarak gündemde tutmaktadırlar.

  Oysa milattan önceki döneme ait tarihî kayıtlar dâhil, Anadolu’nun gerek idari gerekse coğrafyası yapısına ilişkin yapılan isimlendirmelerin hiçbirinde Kürt ya da Kürdistan ismine rastlanmamaktadır. Kürdistan olarak ifade edilmeye çalışılan Doğu Anadolu bölgesi ise geçmiş yüzyıllardan beri "Türkomania" yani Türkmen ülkesi olarak tanımlanmaktadır.  Türkomania terimini, XIV. yüzyılda ilk defa kullananlardan biri meşhur gezgin Marco Polo’dur. Avrupa'da matbaanın icadının ardından 1771 yılında ilk baskısı yapılan Encyclopaedia Britannica ve daha birçok önemli eserde, Asya Türkiye’si Diyarbakır, Suriye, Türkmeniye, Gürcistan ve Arabistan olarak isimlendirilmiştir. Ancak bu yayınlarda Kürdistan isminden bahsedilmemiştir.

  Sultan Alparslan’ın, 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’de Bizans ordusunu yenerek Anadolu’yu Türk yurdu hâline getirmesiyle birlikte, Çin sınırından Akdeniz'e kadar uzanan coğrafya tamamen Türklerle meskûn hâle gelmiş ve böylece Türkistan’a yeni bir Türk yurdu olarak Anadolu'da katılmıştır.

  Türk yurdu hâline gelmiş bir coğrafyada Kürdistan oluşturma gayretlerinin tarihi gerçeklere aykırı olduğunu aşağıda sıralanan en az bin yıllık Türk varlığı ve hâkimiyeti tartışmasız biçimde ortaya koymaktadır. Erzurum ve çevresinde Saltukoğulları Atabeyliği, Erzincan ve çevresinde Mengücekoğulları Atabeyliği, Bitlis, Erzen, Siirt ve çevresini Dilmaçoğulları Atabeyliği, Van ve çevresinde Ahlat Şahları/Sökmenliler, Suruç, Samsat, Hasan-keyf, Mardin, Harput, Palu, Siirt, Gerger, Diyarbakır, Harran, Halep, Silvan, Malatya, Hani, Resul'ayn, Nusaybin, Diyar-ı Rebi'a gibi şehir ve kasabalarda Artuklu Atabeyliği, Diyarbakır merkez olmak üzere İnaloğulları, Tunceli'nin bir kısmı ile Harput ve çevresini içerisine alan bir bölgede Çubukoğulları Beyliği, Güney Azerbaycan'da İldenizoğulları, daha Güneyde ise, Salgurlu Atabeyliği, Erbil merkez olmak üzere çevresinde Erbil Atabeyliği, Musul merkez olmak üzere Zengi Türkmen Atabeyliği hakim konumdadır.

  Beylikler döneminin ardından bölgede Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türk devletlerinin hâkimiyeti mevcuttur. Özellikle Diyarbakır, Van, Kahramanmaraş, Musul, Bağdat ve Azerbaycan bölgeleri dahil olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi 14-15. yüzyıldan itibaren Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevi Tükmen Devleti’nin hâkim olduğu bir coğrafyadır. Bu dönemde herhangi bir Kürt idaresinden söz edilmediği gibi Kürdistan coğrafyasından da bahsedilmemektedir.

  Belirtilen dönemlerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin büyük çoğunluğunu Türkmenlerin oluşturduğunu gören Avrupalı gezginler ve elçiler eserlerinde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine “Türkmenia” adını vermişlerdir. Ancak, daha sonraları bölgedeki Türkmen çoğunluğu görmezden gelinerek bölge, Ermenistan ve Kürdistan şeklinde isimlendirilmeye, asırlardır sürdürülen tersine asimilasyonlarla da Türkmen aşiretleri Kürtleştirilmeye çalışılmıştır. Bölücü terör örgütü başı A. Öcalan da, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kurulan Türk Beyliklerinin Kürtleştiğini itiraf etmiştir.

  Bölgedeki Türk hâkimiyeti Osmanlı Devleti döneminde artarak devam etmiştir.  Ancak Türk devletleri olan Osmanlı ile Safeviler arasında 1514 yılında meydana gelen Çaldıran Savaşı’nda Osmanlının galip gelmesi üzerine Kürt aşiretlerinin İdris Bitlisî vasıtasıyla Osmanlı yönetimine girdiği ifade edilmektedir. Yani bölge, İran ve çevresinde kurulu bir Türk devletinin sınırları içerisinden, Osmanlı Türk devletinin sınırlarına dâhil olmasıdır. Bu değişim çarpıtılarak müstakillikten bağımlılığa geçiş şeklinde yorumlanarak bir siyası varlık iddiaları ileri sürülmektedir. Oysa buradaki tek değişiklik Türk Devletlerinin aralarındaki hâkimiyet alanlarının değişmesidir.

  Osmanlı yönetimi XVII ve XVIII. yüzyılda 34 eyalet ve 320 sancak şeklinde idari olarak düzenlenmiş ancak bu düzenlemede Kürdistan adlı bir eyalet veya sancak bulunmamaktadır. XIX. yüzyılda Batılı merkezî devletlerin parçalama politikalarının bir sonucu olarak, Tanzimat sonrasında 1842 tarihinde yapılan idari değişiklikle, Muş, Van, Hakkâri, Cizre ve Diyarbakır’ı içerisine alan bölge Kürdistan eyaleti olarak isimlendirilmiştir. Avrupalı devletlerin reform dayatmaları ve giderek güçlenen feodal yapının bölgenin sosyal ve siyasi dengesini bozması üzerine söz konusu eyalet, 1867 yılında lağvedilmiştir. Esasen Osmanlı Devleti’nin dayandığı dünya görüş ve ideolojik temel dikkate alınırsa bu adlandırmanın etnik anlamda değil, idari manada kullanıldığı görülecektir.

  Sonuç olarak Kürdistan’ın tanımı ve üzerine yüklenen anlamlar konusunda farklılıklar olmasına karşın Batılı merkezî devletlerin muhayyel bir coğrafya tasarımı ve haritaları ortalıkta dolaşmaktadır. Fakat bunlar “tarihî bir gerçekliğe ve belli bir toplum yapısına uygun düşmeyen” rivayetlerden ibarettir. Belirtilen coğrafyanın yapısı ve işlevi Türk milletinin tarihî deneyimine ve toprak hâkimiyetine işaret etmektedir. Bununla birlikte, Batılı merkezî güçlerin iki yüz yılı aşan siyasi, askerî, ekonomik ve psikolojik baskı ve dayatmaları sonucu ortaya çıkarılmaya çalışılan farklı kimlik ve mekân algısı en kritik ve stratejik aşamaya gelmiştir. Böyle bir durumda iç dinamiklerini yitiren ve zafiyet içine düşen bir toplumun veya devletin ayrışmasının “etnik yapıların” tahrik edilmesiyle başladığı çok iyi hatırlanmalıdır. Bu nedenle Batılı güçler ve işbirlikçi unsurlar, etnik ayrımcılık ve mekân algısına eşlik eden ayrımcı politikalarını daha çok Kürtçülük ve Kürdistan kavramları üzerinden yapmaktadır. Zira iki kavram, belli bir coğrafyanın siyasallaşmasını anlatır. Coğrafi anlamda kullanılmış bir kavramdan “ayrı bir etnik yapı ve coğrafya üretme ve bunun şartlarını oluşturma çabası” toplumların tabii düzenini çarpıtmaya dönük yapay görüşlerdir ve tarihin mantığı karşısında işlevini yitirmek durumundadır. Bununla birlikte ayrışmayı geri dönülmez biçimde hızlandıracak bu süreçte ortaya çıkabilecek tehlikenin farkında olan Türk milleti, tarih bilinci içinde hareket ederek bölücü faaliyetlere asla müsaade etmeyecektir.


[1] Bu yazı şu eserimizdeki bilgilerden hareketle kaleme alınmıştır: Dr. Veli Fatih GÜVEN, Türkiye’de Kürtçülük Faaliyetleri, Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 1999